Emekli tümgeneral Ahmet Yavuz, ‘biz kimiz’ sorusunun yanıtını kaleme aldı.

Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, “Bizden kastım bu ülkenin vatandaşları. Çocukluğumda, gençliğimde yaşamadığım bir kavram uzunca bir süredir hepimizi meşgul ediyor: Kimlik!” dediği yazısında şunları yazdı;

Cumhuriyetin çözdüğüne inandığımız ve cumhuriyetin öngördüğü gibi çözülmesi gereken vatandaşlık kavramı özellikle 12 Eylül 1980 öncesinden başlayarak toplumumuzu sardı, sarmaladı ve hepimizi bir sorun yumağına hapsetti.

Bunda, bir yanda emperyalizmin başarısı, diğer yanda bir ulus devlet olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi elitinin ülkeyi ulus devlet gibi yönetmemesinin etkisi büyük. Tabii cumhuriyet aydınlanmasının yeterince halkı sarıp sarmalayamaması yanında; özellikle son dönemde AKP’nin ulus kimliğinin temeli olan Türklük yerine Müslümanlığı ikame etme çabası etkin rol oynadı.

Cumhuriyette vatandaşın kimliği Türk olarak belirlendi. 1924 Anayasası Md. 88’de, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” diye yazıldı. Yani vatandaşa ortak kimlik olarak Türk ismi verildi. Bunun sebebini anlamak için Türklerin Orta Asya geçmişini, göçleri öncesi Anadolu’nun yerleşik ya da göçebe halklarını, Selçuklu ve Osmanlı’yı kuran Türk boylarının tarihini, Anadolu’nun özellikle son yüz yılını ve Milli Mücadele’yi anlamak lazım. Türklük anayasaya ırk ve dine dayanmayan bir isim olarak girdi ama sıradan bir isim değildir. Tarihin imbiğinden süzülmüştür. Kurtuluş Savaşını da Türk ordusu kazanmıştır.

Türklük, bir anlamda Türkçe konuşan herkesin ortak adı olmuştur, tarihi referansları vardır. Batılılar, daha Osmanlı devleti kurulmadan bölgedeki Müslüman ahaliyi Türk, Osmanlı ordusunu da Türk ordusu olarak nitelemiştir. Machiavelli’nin 1532’de yayımlanan Prens adlı eserinde Türklere yer vermiştir. Batılılar bu coğrafyayı Türkiye olarak adlandırmıştır.

Halkın ortak dili Türkçe olmuştur. 1924 Anayasası ile birlikte “Türklük” etnik kökeni ifade etmenin ötesine geçmiş, siyasi ve hukuki olarak kökeni ne olursa olsun herkesin ortak kimliği olmuştur.

HERKESİN DOĞUŞTAN TAŞIDIĞI SIFATLAR VURGUSU

Öte yandan herkesin doğuştan itibaren taşıdığı sıfatlar vardır; bunlar anayasayla, yasayla değişmezler: Köken, din, mezhep vb. Bu topraklar yakın tarihte büyük bir imparatorluğa sahne olmuş ve bu imparatorluktan bir ulus devlet doğmuştur. Farklı birçok etnik kökenden insanı bünyesinde barındırmıştır. Kavimler kapısı niteliği kazanan Anadolu’da kimsenin kendi kökenini yüzde yüz bilme imkânı yoktur. Bu, ancak çok dar bir kesim için olabilir ve genetik çalışmaları sonucunda ortaya konulabilir. Bunun bile ne kadar doğru sonuç verebileceği tartışmalıdır. Ancak mesele bundan da ibaret değildir; yüzyıllardır kullanılan bir dil vardır, insanların aidiyet duyguları vardır. Sonuç olarak kimliğimiz konusunda ne olduğumuzdan öte ne hissettiğimiz tayin edici öneme sahiptir.

İKİ TEMEL HATA YAPTILAR

Bu nedenledir ki Atatürk, Medeni Bilgiler kitabının millet bölümüne el yazısıyla, “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir,” diye yazmıştır. Yani cumhuriyeti kuran ve yaşatan halkı Türk milleti olarak belirlemiştir. Bu süreç, devleti kuran ve herkesi kanun önünde eşit kılma arayışı içindeki büyük adamın ulus inşa etme arayışını ifade etmektedir. Bu yaklaşımın yeterince doğru kavranamaması bir yana, emperyalizm tarafından da sürekli olarak kaşınmış ve giderek aşındırılmıştır. Emperyalizm ve onun hizmetinde olanlar iki temel hata yapıyorlar: Birinci grup, kişileri etnik kökenine göre tasnif edip farklı farklı “halklar” inşa etmeye çalışıyor; amaç ülkeyi bölmek ki ayrılıkçı Kürtlerin yaptığı budur. Ya da vatandaşlık kimliği olarak Türk yerine Müslüman kimliğini ikame etmeye çalışıyor, AKP iktidarı bu arayışın kısa tarihini içeriyor. Açılım sürecinden çıkardığı derslerle bu arayışından vazgeçip geçmediğinden emin olamıyoruz zira laiklik yerine dinî vesayet inşa sürecini hızlandırılmış olarak sürdürüyor. İkinci grup çok daha dar olmasına rağmen siyasi Türk kimliğinin etnik Türk kimliği olarak kabul edilmesini dayatma eğilimi taşıyor. Her ikisi de Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırıdır.

FAY HATLARI DERİNLEŞMEKTE

Ülkemiz, yıllarca yetersiz siyasi -bazen askeri- ellerde, özüyle bağlantısından kopuk bir cumhuriyet ve demokrasi anlayışına rağmen farklı kimlikleri bir arada ama tek bir kimlik altında yaşatma becerisi gösterse de özellikle son yıllarda köken, mezhep gibi fay hatlarını derinleştirmek suretiyle dış sömürüye açık bir iç kutuplaşmaya sürüklenmiştir.

Cumhuriyetin kederde ve tasada herkesi ortak kılma arayışının yerini, maalesef, insanları etnik kimlikler, mezhepler üzerinden ayrıştırarak avundurma gayreti almıştır. Tarikatları meşrulaştırmak ve devletin himayesine mazhar sivil toplum örgütleri(!) olarak benimsetmek de bu gayretin ayrılmaz parçasını oluşturmaktadır.

AKP’nin seçim yenilgisine rağmen gündeme getireceği açık olan yeni anayasa arayışının geri planında Türk kimliğinin, laikliğin ortadan kaldırılması ve de Erdoğan’ın yeniden seçilmesini sağlama arayışı olacak ve maalesef gündemi meşgul edecektir. Ayrılıkçı Kürt hareketinden kaynaklı terörün, bazı kimlik düzenlemeleriyle çözülebileceğine ilişkin yaygın görüşün muhalefet saflarında da alıcı bulması halinde, halkın yeni anayasa tuzağına düşme olasılığı vardır. Cumhuriyeti çözülmeye götürecek bu tür adımlara karşı uyanık olmak zorunludur.

Bu fikirlerimi geniş olarak Vesayet Savaşları ve Yeniden Atatürk kitaplarımda açıkladım. Ayrıca bir yazı yazmamın sebebine gelince…

Bu sebep çokludur: Hem yeniden gündeme gelmesi olası büyük bir tehlikeye dikkat çekmek hem kökenime ilişkin olarak sahip olduğum bilgileri yazıya dökerek kimi yaftalama heveslilerine dur demektir.

PEKİ BEN KİMİM?

Hayatımda hiç kimsenin ne etnik kökeniyle, ne mezhebiyle ilgili bir arayış içine girmedim. Bunun birkaç sebebi var. İlki yetiştiğim ortamdan kaynaklıdır. Ailem, askeri okul eğitimim, TSK’deki görev safahatım her türden ayrımcılığa karşı duruşu gerekli kılmıştır. İkincisi cumhuriyeti içselleştirmemden kaynaklıdır.

Sünnilik-Alevilik hakkında çocukluğumdan gelen bir bilgiye sahip değilim. Memleketim olan Bahçe’de (Adana, şimdilerde Osmaniye’nin ilçesi) Galip amcaya halk arasında tavşan eti üzerinden şaka yapılması ve onun da buna verdiği küfürlü karşılığa hemen herkesin gülmesini yıllar sonra onun Alevi olduğuna atfetmemin sebebini hâlâ bulabilmiş değilim. Oysa Galip amcanın Alevi olmadığını değerli büyüğüm Mahmut Cengiz Acar ile bir süre önce yaptığım görüşmeden öğrendim. Bahçe halkı Türkmen ve Sünni bir dokuya sahipti. Bir geçit özelliği taşıdığı için bunun bilinçli bir iskân politikasının parçası olduğu açıktır.

O GÜNLERDE YAŞANANLAR

Kahramanmaraş’ta 1978 yılı aralık ayı sonunda bir felaket yaşandı. İslahiye’de görevliydim. Görevli olduğum tabur olayların bastırılmasında görev alınca, konunun ne olduğunu, halk arasında Alevi-Sünni ayrımcılığının yaşadığını hatta devletin de kısmen taraf tuttuğunu anlamış bulundum. Şehirde Alevi kökenli vatandaşların bir kısmı büyük zulüm gördü.

12 Eylül’e doğru gidilmekteydi. Olayların başlangıcında emniyet, jandarma birimleri yanı sıra Kahramanmaraş’ta konuşlu bulanan piyade taburunun neden olaylara geç müdahale ederek büyümesine fırsat verdikleri açıklığa kavuşturulamamıştır.

1980 öncesinden başlayarak Kürtçülük meselesinin de başka bir toplumsal fay hattı olduğunu yaşayarak öğrendim.

İnsanın yaşayarak öğrendikleri tarih kitaplarından öğrendiklerinden farklı etki bırakıyor. Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmanın ülkeye nelere mal olacağını 1980 öncesi ve sonrasında edindiğim deneyimle öğrendim.

Babamı 1984 yılında kaybettim. 1978 -1983 yılları arasında aile tarihimizle ilgili o güne kadar hiç merak etmediğim sorular sordum. Annemi ise geçen yıl kaybettim. Onunla da son birkaç sene içinde bu konular üzerinde konuştuk. Bugün itibariyle benim bildiklerim onların bana anlattıklarından ibarettir. Birazdan anlatacağım. Ama önce başıma gelenleri sıralamalıyım.

SABETAYİST DEDİLER

FETÖ’cülerin yargısız infaz yaptıkları, kanıtsız suçlamalarla masum subayları yaftaladıkları ve keyiflerince yargıladıkları dönemde Balyoz davası dolayısıyla hapisteydim. Subaylık vasıflarını çok beğendiğim bir subayımızı da İzmir Casusluk dosyasına dâhil etmişlerdi. FETÖ’cüler benim söz konusu arkadaşı koruduğumu iddia etmekle yetinmemiş ve hakkımda, “Alevi olduğunu gizlemiyor ama Ermeni olduğunu gizliyor,” diye yazmışlar! Bu olayı ve subay arkadaşımın anne veya baba tarafından Alevi olduğunu da hapisten çıktıktan sonra öğrendim.

Aynı tarihlerde yani 2014 yazında küçük oğlumuz evlendi. Düğün töreni Büyükada’da yapıldı. Yalçın Küçük sadece bu düğünün yerini referans alarak “Sabetayist” olduğuma hükmetmişti!

Bir süre önce de, bir operasyon çocuğu, Alevi hatta Nusayri olduğumu ve de bunu gizlediğimi iddia etti. Yeni bir sıfatım olduğunu, Arap Alevi’si olduğumu da öğrenmiş oldum!

Babasının ve oğlunun adı Selim, soyadı Yavuz olan bir adama Alevi demek herhalde en azından yeterli akli muhakeme eksikliğine işaret etse de, “kimliğini gizleyen bir general” olarak kasıtlı bir itibarsızlaştırma amacına yönelik olduğu açıktır.

TÜRKLÜK ÜLKEMİN BANA VERDİĞİ İSİMDİR

Bunun üzere kimliğimin Türk ve Sünni olduğunu yazdım. Bununla övündüğümü de belirttim. Tabii Alevi/Nusayri olsaydım bununla övüneceğimi de ekledim. İnsanlar doğuştan kazandıkları sıfatlarıyla ancak övünebilirler. Ancak esas övünmeleri gereken doğuştan gelen sıfatları değil adamlıkları olmalıdır. Adam ifadesini kadın-erkek ayrımı yapmadan kullandığımın altını çizmeliyim.

Türklük ülkemin bana verdiği isimdir. Hepimizin ortak kimliğidir. Başımızın üstündedir. Sıfatlarımız da omuzlarımızın üzerindedir. Aradaki fark budur.

AİLE KÖKENİMİZ NEREDEN GELİYOR?

Babamın babası Edip Bey, 1850’lerde, günümüzde İsrail sınırları içinde kalan Derşeref köyüne iskân edilen bir Türkmen ailesinde hayata gözlerini açmıştır. 1895 yılında yüzbaşı rütbesinde (Redif subayı olarak yani olağanüstü durumlarda, savaş halinde orduda görev alan yedek askerler), Şam’da tabur komutanı iken Zeytun (Kahramanmaraş sınırları içinde) Ermeni ayaklanmasının bastırılmasında görev almıştır. Oradaki görevi bitince Bahçe, Hasanbeyli, Haruniye bölgelerinde (Osmaniye sınırları içinde) asayiş görevlerinde bulunmuştur. Kendisi evli ve çocukları olmasına rağmen, Bahçe jandarma komutanının kızı Melek hanımla (babaannem Türk kökenlidir) ikinci evliliğini yapmıştır. Daha sonra aldığı emirle İskenderun’da taburunu lağvetmiş ve Şam’a dönmüştür. Dedem vefat edince babaannem iki oğlunu da yanına alarak Bahçe’ye dönmüştür (İkinci Meşrutiyet yıllarında).

Soyadı kanunu çıkınca babam Yavuz Sultan Selim hayranlığından dolayı Yavuz soyadını almıştır. Adı Mehmet Selim Yavuz’dur. Ağabeyi Necip amcam ise, “bizim kökenimiz Türk’tür” diyerek “Bozkurt” soyadını almıştır.
Edip dedemin ilk eşinin Türk mü, Arap mı, yoksa başka bir kökenden mi olduğu bilgisine sahip değilim. İlk eşten olanların Ürdün’de yerleşik Türk kökenli zengin bir aileye mensup oldukları bilinmektedir. Henüz 5 yaşındayken Ürdün’den Londra’ya tatile giden öğretmen bir karı-kocanın hem giderken hem de dönerken Bahçe’ye uğradıklarını ve babama “amca” dediklerini hatırlıyorum. Dönüşlerinde değerli hediyeler getirmişlerdi. Belki de ilk gördüğüm otomobil onlarınkiydi ve yeşil renkliydi. Babam rüştiye mezunu ve dinî eğitimi de olduğu için onlarla çat-pat da olsa anlaşabiliyordu.

Babamın ilk eşi ablalarımızın annesi rahmetli Bedriye annemiz de Türk kökenli ve Sünni bir ailenin mensubuydu.
Esasen o dönemde Bahçe’de sosyolojik olarak Sünni ve Türkmen bir yapı vardı. Şehrin çocukluğumuzdaki tek camii Selçuklu döneminden kalmaydı ancak yıllar önce kötü bir şekilde restore edilmiş, son depremde de yıkılmıştır.

Annem Hatice Yavuz’a gelince…
Babamın ikinci eşidir. Adana ili, Bahçe ilçesi, Haruniye beldesi, Bostanlar köyünde (Şimdi Osmaniye ili Düziçi ilçesine bağlı) doğmuştur. Annesi Elif nenemiz Düziçi’nin Kurtlar köyünde doğmuş, annemden sonraki çocuğunun doğumu esnasında bebeğiyle birlikte ölmüş; henüz genç bir kız iken babası Ahmet Beyaz da vefat etmiştir.

Annemin baba tarafı halen Düziçi’nde yaşamaktadır. Soyadları Beyaz’dır. Halk arasında Pirolar olarak bilinmektedir. Bu lakabın, Maraş veya Antep bölgesinden Bostanlar köyüne gelen ve Sünni bir ailenin kızıyla evlenen annemin büyükbabası İbrahim dedenin Alevi kökeninden geldiği söylenmektedir. İbrahim dedenin Alevi kimliğini gizlemesi sayesinde evliliğini gerçekleştirebildiği hikâye edilmektedir. Bu nedenle aile Sünni yaşam tarzını sürdürmektedir. Bu bilgilere birkaç sene önce ulaştığımı belirtmeliyim.

Annemin baba tarafının Türkmen kökenli olduğunu biliyoruz. Anne tarafını çok iyi bilmiyor olsam da annemin tipik bir şekilde Kırgızları andıran yüz yapısı olması kökenine işaret etmektedir. Sünni oldukları ise açıktır.
Eşim Lütfiye Yavuz da Türk kökenli ve Sünni bir aileye mensuptur. Benim gibi Bahçe doğumlu olan kayınvalidem Gülseren (Çetin) Emir, Antakya doğumlu olan babası Şükrü Emir hayatlarını İskenderun’da birleştirmişler ve iki kızları olmuştur.

Küçük oğlumuz Çetin Mert, Kuleli Askeri Lisesi’nden itibaren birlikte okuduğum sınıf arkadaşımın büyük kızları Ekin Ertemiz ile evlidir. Ertemiz ailesinin Alevi olduklarını evliliklerinden sonra öğrendim. Torunumuz Can Deniz’in annesi ailemizin kıymetlisidir.

TEHLİKELİ BEKA SORUNUNA DÖNÜŞEBİLİR

Çocukluk yıllarımızda saygın kavram vatandaş/yurttaş idi. Kimsenin kökeni bir üstünlük veya eksiklik vasıtası değildi. Sınav kazanmak esastı. Eski Türkiye cumhuriyetti ve eşitlerin ülkesiydi; yeni Türkiye demokrasi masalıyla avutan ve avutulan, iç barışı devleti yönetenlerce tahribe maruz bırakılmıştır. Özellikle milyonlarca sığınmacıya gönüllü ev sahipliğinden sonra bu durum daha da zorlaşmıştır.


Cumhuriyeti temel değerleriyle yeniden donatarak ayakları üzerine dikemediğimiz takdirde yaşamsal bir tehlike beka sorununa dönüşebilir. Bu yüzden ilk yapılacak iş, etnikçi yaklaşımlara dur diyerek ulus devlet yapısının temel taşı olan siyasi Türk kimliğine sıkıca sahip çıkmak ve sözde demokratik anayasa arayışı tuzağına düşmemektir. Parlamenter sisteme dönüş için de uygun zamanı beklemek gerekir.
Sıfatlarımız değerli ve saygındır, omuzlarımız üzerinde taşınmalıdır ama başımız üzerinde taşımamız gereken ortak kimliğimiz olan Türk kimliğimizdir.
Güvenlik-refah-özgürlük bileşkesi olan bekamız önemli ölçüde buna bağlıdır.

ATATÜRK’ÜN SÖZLERİNİ YENİDEN ANLAMALI
Atatürk’ün “Yurttta barış, ülkede barış” ve “Esas olan cephedir” ifadelerinin değerini yeniden anlamalı; “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünün kıymetinin bilincinde olmalıyız.

Şahsen Türk ve Sünni bir Müslüman’ım. Eğer farklı bir köken ve mezhepten olsaydım, bundan onur duyardım. Ama duyacağım onur, Türk olmaktan duyduğum onurdan daha ileri gitmezdi. Onurlu bir insan olarak yaşama yolculuğunun dışında kalmamak koşuluyla…

patronlardunyasi.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir